Bu ağıt başka ağıt
Çitleme Ağıtları Özelinde, Gündeme Bakış
Sonu –cide ile biten bazı yabancı terimler vardır ki; bunlar pek de hayra alamet şeyleri ifade etmez. Örneğin;
Suicide (Kendini öldürme; intihar etme),
Homicide ( Adam öldürme; bir kimsenin diğer bir kimseyi öldürmesi)
Genocide (Soykırım) gibi…
Şimdi size sonu –cide ekiyle biten başka bir terimden bahsetmek istiyorum.
Bu terim: “Ecocide”. Ecocide teriminin anlamına buyrun birlikte bakalım:
• Çevre tahribatı
• Ekolojik tahribat
• Çevre katliamı
• Çevre soykırımı
• Çevreyi yok etme
• Çevre kırımı
• Çevrenin yok edilmesi
Ecocide terimini, belki de pek çoğumuz duymadı ama Türkçe karşılıklarını maalesef bu aralar sıklıkla duymaktayız. Bu kelimeler sadece ülke gündemimizde değil, aslında dünya gündeminde de oldukça geniş yer kaplıyor. Bundandır ki, Britanya’nın en yetkin sözlüklerinden Cambridge sözlük, her sene ulusal ve uluslararası gündem göz önünde bulunduralarak seçilen, dört önemli kelimeden birini, 2018 yılı için “ecocide” olarak belirledi. Sadece Cambridge sözlük değil, Oxford da her yıl, yılın kelimesini yayınlıyor. Oxford Sözlüğü 2018’de yılın kelimesini zehir, zehirli anlamına gelen “toxic” olarak açıkladı. Ecocide (çevre kıyımı) ve toxic (zehirli) kelimelerinin birbiriyle ilişkisi, sanırım ilk bakışta bile anlaşılıyor.
Günümüzde küresel ölçekte yaşanan ekolojik kriz, almış başını gidiyor. Sanayi üretimine dayalı kapitalist sistemin etkisiyle doğa, acımasızca sömürülecek bir kaynak, bir nesne, bir hammadde olarak görüldüğünden, bu anlayışın sonucu olarak da, küresel düzeyde çeşitli ekolojik sorunlar ortaya çıkmıştır. Üstelik mevcut ekolojik sorunlardan ders alınmadan, yenilerinin de temeli atılmaktadır. Bugün ekolojik krizin yansımalarını, dünyamızın katmanlarından olan Biyosfer (yeryüzünde canlıların yaşadığı 16–20 km kalınlığında tabaka), Hidrosfer (su küre; yeryüzündeki yeraltı, yer üstü bütün suların tamamı) ve atmosfer (yeryüzünü saran hava tabakası) üzerinde ayrı ayrı görmekteyiz maalesef… Toprağın, havanın, suyun ve canlıların olumsuz etkilenmesiyle; kitlesel balık ölümleri, seller, heyelanlar, çığlar, yok olan ormanlar, susuzluk, CO2 miktarındaki artış, ozon tabakasındaki incelme gibi, daha sayamadığım pek çok ekolojik sorununun yanında, bunlarla ilişkili olarak insanlarda da solunumla ilgili bozukluklar, kanser gibi hastalıklar başta olmak üzere pek çok sağlık sorunu giderek artmaktadır.
Ekolojik sorunları sadece çevre sorunuymuş gibi düşünmek oldukça sığ bir bakış açısıdır. Ekolojik sorunlar, aynı zamanda toplumsal sorunladır. Ekoloji toplumu, toplum da ekolojiyi etkiler. Günümüzde bunu ele alan toplumsal ekoloji adında bir yaklaşım var. Toplumsal ekolojinin odaklandığı nokta; “insanlar doğaya daha fazla nasıl hükmeder, konuları değil”, aksine “insanlar doğaya nasıl, ne amaçlarla, hangi etik temellerde müdahale etmeliler, konularıdır”. Bizim gözden kaçırdığımız, odaklanmadığımız nokta tam da burasıdır.
İnsanoğlu fıtratı gereği çevresi ile karşılıklı etkileşim halindedir. İnsan yaşamı ve kültürü, doğa şartlarından etkilenirken, aynı zamanda insan, kendi yararı için doğal işleyişi yönlendirir. İnsan ve doğa arasındaki karşılıklı ilişki, toplumların sosyokültürel yapısı tarafından belirlenmektedir. Her toplum doğa ile olan ilişki biçimini kendine özgü bir biçimde yaratır. Türk kültürü açısından baktığımızda, Bozkır kültürünün en seçkin örneklerinden birisini ortaya koyan Türkler, temel geçim kaynağı olarak tarım ve hayvancılığı seçtikleri için daima doğa ile iç içe bir hayat sürmüşlerdir. Bu hayat esnasında doğadaki sudan, ağaçtan, bitkiden, hayvandan ve bilumum canlıdan yararlanmışlardır. Türklerin kurduğu kültür ve medeniyet içerisinde doğa unsurları vazgeçilmez bir yere sahiptir. Bu durum, Türklerin inanış ve düşünüş dünyasında doğaya saygılı bir felsefe şeklinde karşımıza çıkar. Örn: mevsimden mevsime kendini yenilemesi ve daha birçok özelliğinden dolayı ağaç, Türk kültüründe hayatın ve sonsuzluğun timsali olarak görülür. Eski Türklerde, ağaçlar canlı kabul edilir, kendilerine yapılan hasarları, yaralanmaları, hissettikleri varsayılır, yüklenen daha bir çok anlam nedeniyle ağacın kutsal sayıldığı bilinmektedir.
Kültürümüzdeki doğaya duyulan sevgi ve saygının bir başka yansımasını, Türk halk edebiyatında önemli bir yer tutan ağıtlarda da görmekteyiz. Ağıtlar, insanlığın var oluşundan itibaren vardır. Ağıtlar, insanların ölüm ya da artık bir yok olmuş düzen karşısında hissettiklerini, âdeta ağlıyormuş gibi ruhunun derinliklerinden kopup gelen doğaçlama söz ve ezgilerinin kendiliğinden ortaya saçılmasıyla ortaya çıkmaktadır ve Anadolu yas tutma geleneğinin bir ürünüdür. Anadolu kültür mirasına damgasını vuran bir halk edebiyatı türü olan ağıtların büyük bir kısmı, cinayet, kan davası gibi bireysel konularla ve önemli bir kısmı, deprem, sel baskını, yangın, göç, kıtlık, salgın hastalık, isyan ve kaybedilen savaş gibi sosyal olaylarla ilgili olduğu gibi günümüzde önemli bir kısmı da sosyoekolojik yıkımlara ilişkindir. Kırsal endüstriyel müdahalelerle doğasını kaybeden yerel halkın ve halk şairlerinin kaybedilen doğaya yaktıkları ağıtlar, “çitleme ağıtları” olarak adlandırılmaktadır.
Edebiyatta, acının evrensel dili olan ağıt, bir ölümün ardından duyulan hüznü ifade etmek için yazılan kayıp ve yas şiiridir. Çitleme ağıtları ise, belli bir mekânın-doğanın ve insanının üzerinde, endüstriyel müdahalelerin yarattığı sosyoekolojik yıkımlara yönelik öfke ve tesellisi olmayan bir kayıp hissinin birleştiği bir ağıt tarzı, bir toplumsal protesto ve matem şiirleridir. Bu ağıt türünde kaybedilen şey doğadır ve bu ağıt türünde doğanın ölümü, doğaya ve insana karşı işlenen sosyoekolojik katliamı anlatılmaktadır. Ülkemizde, maden ve HES’ler gibi inşaat ve enerji odaklı kırsal endüstriyel müdahalelerin beraberinde getirdiği doğadaki yıkımları konu alan pek çok çitleme ağıtı bulunmaktadır. Telif hakları nedeniyle bu ağıt türüne burada bire bir örnek veremiyorum.
Bunlardan anlaşılacağı üzere, Türk kültürü açısından doğa, iktisadi kaynak olmaktan öte kutsal bir anlam taşımaktadır. İnsanımız doğaya; sevgi, saygı ve sorumluluk duygularıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Şuan ülke gündemine göz attığımızda, gündemimizde üst sıralarda yer alan, toplumumuzda bir çok kesimden çok sayıda insanın tepki gösterdiği bir durum yer alıyor. Ülkemizin akciğeri kabul edilen Çanakkale Kazdağları bölgesinde Kanadalı bir şirket tarafından başlatılan altın arama faaliyetleri kapsamında çok sayıda ağacın kesilmesinin ve sonrasında kimyasal yolla yapılacak altın arama çalışmasının ekosisteme vereceği zararlar halen büyük bir tartışma konusu. Bu durum hepinizin malumu.. O nedenle olayın detaylarına girmeyeceğim…
Maden ve doğal kaynakların kapitalist sermaye sahipleri tarafından sömürüsünün engellenmesinin yolu, madenlerin ve doğal kaynakların kontrolünün ve işletmesinin devlete ait olmasından geçer. Ancak günümüzde serbest piyasa ekonomisi madencilik ve doğal kaynaklar açısından da giderek belirleyici olma konumuna gelmiştir. Ülkemizde 2004 yılında çıkarılan maden kanunu ile yabancı sermayenin önü açılmıştır. Bugün gelişmekte olan ülkelerdeki maden arama ve işletme faaliyetlerine bakıldığında, dünyanın bir çok yerinde bu faaliyetleri ulus ötesi şirketlerin yürüttüğü görülür. Bu ulus ötesi şirketlerinde esas amacı, bulunduğu ülkedeki doğal kaynakları ve insan sağlığını korumak değil, sadece kâr elde etmektir.
Kısa süre önce, bir yandan çevreye zarar veriyor diye ülke genelinde plastik poşetleri paralı hale getirip, kullanımını azaltılmaya çalışmak (ki çok doğru bir karar), diğer yandan Türkiye’nin pek çok yerinde maden arama adı altında, doğayı, ekosistemi ciddi şekilde olumsuz etkileme potansiyeli olan yabancı şirketlere ruhsat vermek… Ekoloji ile ekonomi arasında bir denge kurarak, doğal kaynaklarımızı bugünden tüketmeden, koruyarak, gelecek nesillerimizin de ihtiyaçlarını karşılamalarına olanak verecek biçimde kalkınmayı sağlamak anlamına gelen ve küresel bir politika olan sürdürülebilir kalkınma anlayışının, -çevre ve doğal kaynakların korunması ve dengeli kullanımı- amacından asla sapmamak gerekmektedir. Bu nedenle atılacak her adımın dikkatle atılması, her türlü planlamanın büyük bir titizlikle yapılması hayatidir. Aksi takdirde oluşabilecek geri dönüşsüz büyük çevre sorunlarının yanında, plastik poşetleri paralı hale getirmek gibi sınırlı çevre koruyucu uygulamalar, vicdan temizlemeye yönelik bir “illüzyon”dan ibaret olur. Yarınlarımızı daha iyi planlayabilmek için, ülkemizdeki ekolojik göstergeleri de göz ardı etmemek gerekir. Örneğin; ülkemizde nüfus ve sanayi kuruluşları sürekli artarken, yıllara göre orman varlığındaki artış son derece kısıtlıdır. Hava kirliliğinin bile en büyük sebeplerinden biri yeterince ağaç olmamasıdır.
Peygamber Efendimiz (SAV); “Kıyamet kopsa bile elindeki fidanı dik” diyor.
Cihan fatihi Fatih Sultan Mehmet; “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim!” diyor.
Ulu önderimiz M.Kemal Atatürk “Ormansız ve ağaçsız toprak vatan değildir!” diyor.
Orhun yazıtlarında Bilge Kağan; “Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir” diyor.
Böyle yüce bir ecdadın torunları olan bizlerin, Ecdadımızın öğütlerini de aklımızdan çıkarmamamız lazım. Yağız yer de, mavi gök de bizim. Bu vatanın taşı, toprağı, havası, suyu, ormanı, içinde yaşayan her canlısı bizim kutsalımızdır. Bunlar aynı zamanda, gelecek nesillerimiz için, sahip çıkmamız ve korumamız gereken mukaddes emanetlerimizdir.
Bu şuurda olalım, ona göre hareket edelim ki; Rabbim yeni ‘ecocid’ler yaşatmasın, yeni ‘çitleme ağıtları’ yaktırmasın!
Dr.Öğr.Üye. Sibel DOĞAN – NAME HABER
Haberi Paylaş: https://namehaber.com/?p=970
Bu ağıt başka ağıt, Çevre Günü, Çevre Katliamı, Çevre Tahribatı, Doğa, Dünya, Ekolojik TahribatGenel